Thursday, September 08, 2011

PALMER RAPORU VE İSRAİL’İN KUYRUĞUNA TAKILAN CHP

PALMER RAPORU VE İSRAİL’İN KUYRUĞUNA TAKILAN CHP*

1-       Palmer-Uribe raporu bazılarının iddia ettiği gibi, İsrail’in etkide bulunması ya da Turkiye’nin uluslararası kurumlarla iletişim beceriksizliği yüzünden mi daha çok İsrail’in tezlerini destekler şekilde çıkmıştır? Rapor Türkiye aleyhine hukuki sonuçlar doğurdu mu?

Palmer-Uribe Paneli tarafından hazırlanmış olan raporun belli açılardan İsrail lehine bir rapor olacağı başından Palmer ve Uribe isimleri açıklandığında belliydi. Eski Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe Velez yönetimi esnasında insan hakları ihlalleriyle bilinen bir kişidir. Uribe’nin kirli cikininda, insan hakları savunucularının güvenlik görevlilerince yasadışı gözlemlenmesi ve taciz edilmesi, bir komşu ülkeye (Ekvator) karşı uluslararası hukuk ihlalleri, rüşvet ve her türlü ekonomik ve mali kokuşmuşluk, insanlığa karşı işlenen suçlar ve teröre karşı mücadele adı altında işlenmiş çok sayıda aşırılıklar yer almaktadır. Böyle bir insanın özünde bir insani eylem olan İsrail’in Gazze’ye karşı uyguladığı ablukayı kırma girişimine karşı işlenen suçu soruşturmaya atanması olabilecek en büyük garipliklerden biridir. Uribe zamanına ait keşfedilen sadece bir kitlesel mezarda, yargısız infaz sonucu öldürülmüş yaklaşık 2000 kişinin cesedi bulunmuştur..

Uribe’nin Kolombiya’sı, dünyada İsrail ve Mısır’dan sonra en fazla Amerikan yardımı alan üçüncü ülke olduğu gibi, pek çok Amerikan üssüne de ev sahipliği yapmaktadır. İsrail ve Kolombiya arasında pek çok konuda tam bir fikir ve yaklaşım birliği olduğu gibi, iki haydut devlet arasında üst seviyeden askeri işbirliği de vardır.Son yıllarda, İsrail Kolombiya’ya en fazla silah ve askeri malzeme satan ülke olmuştur. Latin Amerikalılar arasında bu ülke “Latin Amerika’nın İsrail’i” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca Uribe çeşitli Siyonist kuruluşların çeşitli ödüllerine layık görülmüş bir isimdir. İsrail’e karşı duyduğu yakınlık herkes tarafından bilinmektedir.

Komisyonun dört üyesinden ikisi zaten Türkiye ve İsrail tarafından atanmıştır. Rapora daha çok damgasını vuracak olan eski Yeni Zelanda Başbakanı Geoffrey Palmer ile Alvaro Uribe’dir ve Uribe’nin pozisyonu başından bellidir. Eğer bir yönlendirme olmuşsa, bu Palmer üzerinde olmuş demektir. Palmer bir uluslararası hukuk uzmanı olarak komisyonun da başındadır. Ancak 2010 yılının Eylül ayında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları komisyonunun atamış olduğu veri toplama heyetinin hazırlamış olduğu raporda İsrail’in Mavi Marmara’ya olan saldırısı açıkça yasadışı bir saldırı olarak belirlenmiştir. Lakin Palmer Raporu, BM İnsan Hakları Komisyonunun raporunu hiç gözönüne almamıştır. Üstelik komisyon heyeti, iki ülkenin sağladığı belge ve raporların yanısıra 100 tane tanığın ifadesine basvurmusken, Palmer heyeti sadece her iki ülkenin kendisine sağladıkları ile yetinmiştir.

Turkiye’nin konu üzerine hazırladığı rapor yanısıra pek çok delili de sunmuş olmasına rağmen, İsrail sadece kendi eyleminin hukuka uygun olduğunu savunan bir “bağımsız komisyon” raporunu Panele sunmuş ve delilleri ise kendine saklamıştır. Palmer-Uribe raporu da zaten açıkça ulaştıkları sonuca, yeterince unsurun gözönüne alınmadan ve sadece Türkiye ve İsrail tarafından kendilerine sunulanla yetinilerek varıldığını ve bu yüzden hukuka ve gerçeklere dayalı kesin bir karar olmadığını ve sadece bir görüş olduğunu belirtir.

Öte yandan Palmer-Uribe Paneli'nden önce kurulan BM İnsan Hakları Komisyonu veri toplama heyeti ile Türkiye tam anlamıyla işbirliği yapmışken, İsrail bu heyetle işbirliğini toptan reddetmiştir. Hal buyken, Palmer raporunda, hem hiç bir tanığın dinlenmediği, Panelin kendi değerlendireceği delilleri toplamağı ve sadece iki ülke tarafından sunulan delillerce yetinileceği söylenmesine rağmen, gemidekilerin İsrail askerlerine şiddete başvurduğunun ve bunun İsrail askerlerini kendilerini savunmaya ittiğini söylemesi ise, açıkça tarafgir bir tavır alındığının işaretidir. Bu başka tarafgirlik ise uluslararası konsensüse aykırı şekilde İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargo ve ablukayı legal bulunması ve uluslararası sularda Mavi Marmara gemisini durdurmaya çalışmasını savunmasıdır.


Kısaca, Palmer’in şahsi üzerinde yönlendirme ve etkileme çabalarının söz konusu olduğunu iddia etmek mümkün olmakla beraber, Uribe’nin baştan pozisyonunun ne olduğu oldukça açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin baştan Panel üyelerinin tarafsızlığı konusunda yeterince titiz davranmadığını söylemek mümkündür. Panel’in vardığı sonuçlara bakınca da, Türkiye’nin iletişimsizliği İsrail’in yonlerdirmesinden de ziyade, baştan bu Panel’in daha çok İsrail’i haklı çıkaran bir ara formül olarak düşünüldüğü bellidir. Sonuçta çıkan metnin hukukiliginden ziyade kullanışlılığı kıstası göze alınmış ve onun üzerinden İsrail lehine bir meşruiyet kurulmak istenmiştir.

2- Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer CHP kurmaylarının Palmer Raporu sonrasındaki açıklamalarını nasıl karşılıyorsunuz?

 İsterseniz bunun cevabını, biz “yeni” CHP’nin ABD’de pazarlamasını üstlenmiş Amerika’daki en güçlü İsrail lobisi olan Amerikan İsrail Kamu İlişkileri Komitesi (AIPAC)’nin düşünce kuruluşu olarak faaliyet gösteren Washington Enstitüsü (WINEP)’nde uzman sıfatıyla istihdam edilen Soner Çağaptay’ın 12 Haziran seçimleri öncesinde kaleme aldığı yazılarında izah ettiği düşüncelerinden yola çıkarak arayalım.[1]

CHP’deki değişimi, adeta kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bir dönüşümmüş gibi Batılı çevrelere izah eden, ama Deniz Baykal’ı başkanlıktan uzaklaştıran kaset skandalına hiç deginmeyen yazılarında, Çağaptay “eski CHP”–“yeni CHP” ve “eski Kemalizm”-“yeni Kemalizm” tasniflerine gider. Çağaptay’a göre “Eski Kemalistlerin” idaresi altındaki gelişimini durdurmuş ve donmuş “eski CHP” Batı karşıtıdır ve katı laikçi-milliyetçi modernleşmeyi demokratikleşme ve halkın iradesine tercih etmektedir. “Yeni Kemalist” anlayışla yola çıkan “yeni CHP” fosilleşmiş bir siyasal yapıyı dinamik bir sosyal demokrat hareket haline dönüştürmeye başlamıştır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun öncülüğünde yeni Kemalistler, AK Parti’nin Orta Dogu’daki din temelli ittifak arayışlarına karşı, kuvvetli bir Batı yanlısı tutum takınmışlardır ve AB(D) yanlısı bir tutum içine girmiştir.

Soner Çağaptay’ın gerçekliği yansıtmaktan ziyade, apaçık bir şekilde Yeni CHP’yi 12 Haziran seçimleri öncesinde ABD’nde pazarlama amacını taşıyan yukarıda  aktardığımız fikirleri bize bir proje ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği gibi, bu projenin hazırlanmasında katkısı olan merkezlerin birisinin de adresini vermektedir. Deniz Baykal yönetimindeki Eski CHP’nin özellikle ABD, AB ve İsrail’le ilişkiler konusunda yukarıdaki tabloya tam olarak oturmadığı bir gerçektir. WİNEP ve benzeri İsrail yanlısı ve neo-kon kuruluşların Turkiye’de 28 Şubat Sureci’nde başrolü oynayan aktörlerle olan işbirliği ve bu süreçe olan katkıları oldukça açık seçik bilinen bir gerçektir. WİNEP o dönemde adeta o dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in ikinci adresi olmuştur. Aşırı sağcı ve emperyalist bir dış politika vizyonuna sahip olan bu kuruluşun “solcu, liberal ve sosyal demokrat Yeni CHP’nin pazarlanması işinde rol üstlenmesi oldukça düşündürücüdür. İlişkinin boyutu pazarlamanın da ötesine gitmektedir. WİNEP, bir zamanlar Çevik Bir’e ikinci adres olduğu gibi, şimdi de yeni CHP’nin kurmaylarının endamlarını göstermek için kullandığı bir araç olmuştur.

CHP’nin eski Genel Başkan Danışmanı ve  şimdiki Genel Başkan Yardımcısı emekli Büyükelçi Faruk Logoğlu 22 Kasım 2010 yılında Washington’da Washington Enstitüsü’nce düzenlenen “Türk-Amerikan Ortaklığını Yeniden Üretmek” konulu bir konferanstaki sunumda “Türkiye’nin ruhunu gösteren ve modern Turkiye’yi karakterize eden şeyin Turkiye’nin ABD, İsrail, NATO ve AB ile olan ilişkileri olduğunu” söylemiştir. Ona göre Turkiye’nin ABD ile olan ilişkileri kaçınılmaz bir zorunluluk üzerine oturmaktadır ve İsrail’le ilişkiler sağlıklı olmadıkça ABD ile ilişkilerin sağlıklı bir zeminde götürülmesi de mümkün değildir. AB ile ilişkiler de Turkiye’de demokrasi ve laikliğin geleceği açısından çok büyük önem taşımaktadır.

28 Mart 2010’da yine Washington Enstitüsü’nde yapılan bir konuşmada, CHP Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk, yeni CHP’nin dış politika vizyonunu anlattığı konuşmasında Logoğlu’nun ifade ettiği görüşleri tekrarlamıştır. Daha da ilginci, gerek heyet olarak yurtdışında yaptıkları görüşmelerde gerekse Turkiye’de medyaya yapılan açıklamalarda yeni CHP’nin dış politika kurmayları Washington Enstitüsü merkezli olarak başlatılan ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyice gerilmesi neticesinde bütün Batı medyasında görülmeye başlayan “eksen kayması” tartışmalarını tescil ettiler ve hatta “eksen değişmesi” kavramını tedavüle soktular. 2011 yılının Mart ayında Washington’a gönderilen CHP heyeti yine aynı görüşleri tekrarladı ve bu arada Washington Enstitüsü’nde de bir konuşma yapmayı ihmal etmediler ve her bulundukları ortamda İsrail’le ilişkileri onarma sözü verdiler. Kemal Kılıçdaroğlu da aynı fikirleri Avrupa gezisi esnasında tekrarladı.

Bu kısa açıklamamız gösteriyor ki, Palmer Raporu sonrasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Genel Başkan Yardımcısı Faruk Logoglu’nun AK Parti hükümetinin İsrail politikasını kinamalari ve rapor öncesi ve sonrasında İsrail’le yaşanan gerginlikten hükümeti sorumlu tutmaları bir tesadüf değil, Deniz Baykal’in CHP Genel Başkanlığını kaset operasyonu sonucu kaybetmesinden sonra ortaya çıkan yeni sürecin bir parçasıdır.  


[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için, daha önce Mercek Akdeniz’de yayınlanmış olan ““Yeni CHP” Bir Amerikan Projesi midir?” başlıklı makaleme bakabilirsiniz: http://siyaset-toplum.blogspot.com/2011/06/yeni-chp-bir-amerikan-projesi-midir.html
*Yazi Bu hafta yerel gazete, Mercek Akdeniz'de yayinlanacaktir. 

Wednesday, July 20, 2011

Suriye Kıyamı Hakkındaki Çarpıtmaların Sefaleti

 Suriye Kıyamı Hakkındaki Çarpıtmaların Sefaleti
Levent Baştürk 

Büyükelçilik baskını ABD yönetiminin Esad rejimine karşı tavrında değişikliğe yol açtı. Bu zamana kadar Esad rejimi ile birlikte hareket etmenin yollarını arayan ABD, sonunda bu rejimin her türlü meşruiyetini kaybettiğini ilan etti, ama hâlâ çekilmesi çağrısını yapmadı. Bu durum henüz ABD’nin daha Esad'la uzlaşma kapılarını kapamadigini ve, kısa bir süre için de olsa, onunla uzlaşma yolu aramaya devam edeceğini gösteriyor.

Bu durumun karşımıza çıkardığı bir başka manzara da su: Herşeyden önce, birilerinin öne sürdüğü, Suriye’deki gösterilerin ABD ve İsrail’in kışkırtmaları sonucu meydana geldiği iddialarının bir geçerliliği bulunmuyor. Zaten gösteriler Mart ayında ilk başladığında, Suriye yönetimi, gösterilerin bir komplo olduğunu iddia ederken, sadece İsrail’e referansta bulunmuş, ABD’nin etkisini hiç gündeme bile getirmemişti. Ayaklanmanın arkasında ABD'nin olduğu iddiasının yanlışlığı beraberinde Türkiye'nin de bu ayaklanmada ABD ve diğer "direniş" karşıtı güçlerle işbirliği içinde olduğu iddialarını geçersiz kılmaktadır.

SURİYE MUHALEFETİNE YÖNELİK EKSİK VE ÇARPITILMIŞ HABERLER 

Bugünlerde İran, Suriye ve İran-Suriye etkisindeki Lübnan basınında sık sık gündeme getirilen Suriye muhalefetinin en önemli unsurlarından birini oluşturan İhvan (Müslüman Kardeşler)hareketinin ABD-İsrail-Suudi ve Hariri-Türkiye işbirliğinin bir maşası olarak Suriye rejimini istikrarsizlastirmaya çalıştığı iddialarının herhangi bir dayanağı bulunmamaktadır. İhvan Suriye’yi terkederek muhalefete geçen Suudi Arabistan ve Hariri ile bağlantısı olan ama ABD’den fazla itibar görmeyen eski Suriye devlet başkan yardımcısı Abdülhalim Haddam ile üç yıl kadar Milli Selamet Cephesi’nin içinde yer almış, ama İsrail’in 2008 yılında Gazze’ye karşı kanlı saldırısından sonra, Filistin’in özgürlük mücadelesinin kendilerinin daha büyük önceliği olduğunu belirterek bu konuda kayıtsız kalan Haddam’la olan beraberliğine 2009 yılında son vermiştir.

Suriye muhalefetinin özellikle El Cezire ve Batı medyasında son zamanlarda çok boy gösteren bir diğer unsuru olan Adalet ve Kalkınma Hareketi’nin (AKM) ileri gelenleri, hareketin ismini Başbakan Erdoğan ve AK Parti’den esinlenerek belirlediklerini söylüyorlar. Bu hareketin şu anki görünümüne bakarak, sırf Turkiye’yi arkalarına lojistik destek yapmak umuduyla Adalet ve Kalkınma adını aldığını söylemek mümkün, çünkü Başbakan Erdogan’ın Suriye’ye karşı izlediği politikaların bu hareketin Suriye rejiminden olan talep ve beklentilerine paralellik arzettiğini gözlemlemiyoruz.

Wikileaks’ın sızdırdığı belgelerden anladığımız kadarıyla, AKM’nin önderleri 2010 yılına kadar ABD’nden yaklaşık altı milyon dolar kadar yardım almışlar. Wikileaks belgeleri bu yardımın 2010’da bittiğini söylüyor ve halihazırda aynı mali yardımın sürdüğüne dair yeni bir delil yok. Lakin hareketin gerçek gücünün bilinmemesine rağmen, merkez medyada görmüş olduğu ilgi hâlâ arkalarında Amerikan desteği olduğu kanısını uyandırmaktadır. Hareketin dış politika anlayışını “önce Suriye” sloganına sıkıştırmasını, Filistin meselesinde düşük profil izlemeyi tercih etmesi ve arkasında Amerikan desteği olmasının sonucu olarak görmek mümkündür. Ayrıca hareketin liderleri, basına verdikleri beyanatlarda kendileri ile İhvan arasında bir ilişki olmadığını daima vurgulama gereği duyuyorlar. Wikileaks belgerinde Amerikan yetkililerince AKM’nin kurucu üyelerinin liberal ve “ılımlı” müslümanlardan oluştuğu ve önemli bir kısmının eski İhvan mensubu olduğu belirtilmiş. AKM’nin Londra üzerinden Suriye’ye yönelik yayın yapan ve yine bir dönem ABD’nce finans edilmiş bir TV kanalı bulunmaktadır.

Arkalarındaki açık medya ve Amerikan desteğine rağmen, bu hareketin Suriye’deki halk ayaklanmasında başat bir rol oynadığı konusunda herhangi bir malumata rastlanmaması hareketin çok fazla bir etki alanının olmadığını göstermektedir ve arkasındaki Amerikan yardımına bakarak bütün ayaklanma hakkında sonuçlara ulaşmak gerçeği yansitmayacaktir.

Turkiye’de özellikle İran yanlısı internet medyasında ismine çok rastlanılan bir diğer oluşum da çocuk yaşlarında iken ABD’ne yerleşmiş, kendisini “Suriye’nin Ahmet Çelebisi” olarak takdimeden, Siyonist lobi ve yeni muhafazakarlarla apaçık ilişkileri olduğunu saklamayan Ferid Gadri’nin Reform Partisi. Gadri sırf kendisinin şahsi girişimciliğinden kaynaklanan sağlam bağlantıları olan bir kişi olmasına rağmen, Suriye içinde etki alanı olmayan bir isim. Bir dönem sırf Washington’da kapıları açmasını bilen biri olduğu için ABD hükümetini Suriye’ye karşı daha sert tavır almaya zorlamak isteyen muhalif güçlerin 2000’li yılların başında kapısını çaldığı bir isim olanGadri açıkça Suriye’de Amerikan ve hatta İsrail müdahelesine destek verdiği, Filistin meselesinde İsrail yanlısı tutum takındığı ve İslami hareketlere karşı olduğu için bugünlerde Suriye muhalif çevrelerinin genelinde itibarı olmayan bir isim. Suriye ve Amerikan vatandaslıkları yanısıra Suudi vatandaşlığına da sahip olan Gadiri kısa bir süre önce Suudi vatandaşlığından çıkarıldığı gibi, Suudi yönetimi Gadri’yle olan çok yağlı bir iş ihalesini de iptal etti. İşin enteresan tarafı şu ki, bu şahıs ve kurduğu adı var varlığı görünmez partisi Türkiye’de İran yanlısı internet medyasında “Suriye muhalefeti” başlığı altında yansılıtılıyor ve kendisinin Hamas ve Filistin Davası aleyhine olan sözleri manşete taşınıyor. Ancak Gadiri’nin aynı makalesinde Suriye İhvani aleyhine olan sözleri ve hakaretlerine ise hiç değinilmiyor.

Kısaca, Turkiye’de İran-Suriye ekseninde faaliyet gösteren çevreler sadece iki veya üç isim/hareket ve onların bağlantıları üzerinden kırk yıllık eli kanlı Baas diktatörlüğüne karşı insan fıtratının en doğal sonucu olarak ortaya çıkmış bir ayaklanmaya leke sürmeye çalışıyorlar. Oysa Suriye muhalefeti denilen kesim yüzden fazla oluşumu içinde barındırmaktadır. Bunların bir kısmının ABD/AB/Suudi bağlantıları da bilinmeyen bir durum değil zaten. Mesela, ABD-Suudi bağlantılarıyla kamuoyunda tanınan Hafız Esad zamanının Sünnî kökenli Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam ile Hafız Esad'a karşı iktidar mücadelesini (Hafız'ın Sünnî çevresinden aldığı destek sayesinde) kaybederek yurtdışına çıkmak zorunda kalmış olan Hafız'ın kardeşi Rifat Esad Türkiye'de yapılan Suriye muhalefeti toplantılarına dahil edilmemişlerdir. ABD ile işbirliği yapan ama apaçık bir müdahele fikrini dile getirmeyen bazı grupların Turkiye’de düzenlenen toplantılara katılıyor olması da bütün bir ayaklanmayı ve muhalefeti karalamak için kullanılamaz. Bülent Şahin Erdeğer’in son yazılarından birinde belirttiği gibi, “siyasal yapılardan bağımsız biçimde kendi doğallığında ortaya çıkan halk örgütlenmelerinin ana merkezleri Suriye şehirlerinin büyük camileri olmuştur. Suriye’de İslami yaşam ağırlıklı olarak mescitlerde oluşturulan ilmî ders halkaları etrafına şekillenmektedir. Kanaat önderleri konumunda olan alimler mescitlerde hem halkın bilinçlendirilmesine hem de eğitimine katkı sağlamislardir”.

TÜRKİYE'NİN İÇİNDE YER ALACAĞI NATO MÜDAHELESİ İDDİALARI YERSİZ

İzmir'de konuşlandırılan NATO kuvvetleri ile Suriye’ye yapılacak olası bir müdahele arasında kurulan ilişkiler de asılsız; çünkü ABD'nin gündeminde Suriye'ye karşı bir NATO müdahelesi, Esad'a çekil talebi yapıldıktan sonra bile gündeme gelmesi söz konusu değil. Ayrıca Türkiye hâlâ Suriye’ye karşı Esad rejimini reform yapmaya yönlendirici bir siyaset izliyor ve en son olarak İran aracılığı ile Suriye üzerinde reform yönünde ikna edici olmayı denedi. Türkiye ile ABD arasında son zamanlarda ortaya çıkan politika benzerliği (ki şu ana kadar Esad başta kalmak suretiyle rejimin reforme edilmesi esasında birleşiyorlar) daha çok Turkiye’nin kendine özgü çıkarlarının dayatmasının ürünü ve ABD ile belli bir uyum içinde hareket etme kaygısından kaynaklanmıyor.

ABD'NİN BEŞŞAR ESAD ISRARI

Lâkin, apaçık bilinen bir başka gerçek, son zamanlardaki gelişmelerin ibreyi başka yöne doğru kaydırmasına rağmen, ABD’nin Beşşar Esad'la yola devam etmek istediğidir. Eski Lübnan Başbakanı Hairiri’nin 2005 yılında öldürülmesinden sonra, büyükelçisini çektiği Suriye’ye beş yıl aradan sonra Robert Ford gibi ehil bir büyükelçinin gönderilmesi, ta baştan Obama yönetiminin Esad rejimi ile ilişkileri geliştirmek istemesinin en önemli işaretlerinden biridir ve bu politika ABD’nin 1980lerden beri izlediği Suriye ile İsrail arasında barışı temin etme çabalarının bir uzantısıdır. Özellikle 1990-2000 yılları arasında ABD-Suriye ilişkilerinde önemli bir ilerleme kaydedilmiş olmasına rağmen, İsrail ve Suriye arasında bir barış antlaşması imzalanmamasındaki en büyük faktör Suriye’nin bu antlaşmanın imzalanmasından sonra da kendisinin Lübnan üzerindeki nüfusununkabul edilmesinde ısrarı ve İsrail’in Golan’ın Suriye’ye geri verilmesi karşılığında koştuğu ilave sartlardır..

SURIYE’YE KARŞI YAPTIRIMLAR YOLDA

Fakat, eğer Esad yönetimi muhalefeti yatıştıracak nitelikte reform teşebbüsünde bulunmazsa, önümüzdeki günlerde Suriye üzerinde, askeri müdahele dışında kalan, diğer baskıların artacağından hiç şüphe yok. Suriye ekonomik refah açısından bütün Arap ülkeleri arasında en kötü durumda olanlardan biri. 80 milyonluk Mısır ile 22 milyonluk Suriye'nin kişi başına düşen milli geliri neredeyse aynı. Ekonomisi bir kaç kaleme dayanıyor ve bunların başında petrol ve gaz gelirleri (diğer petrol zengini ülkelerle kiyaslaninca ufak bir rakam, ama Suriye'nin döviz gelirlerinin üçte birini oluşturmakta) gelmektedir. Suriye petrol ve gazı üzerinde uygulanacak bir yaptırım, Suriye’nin toplam üretimi dünya toplam üretiminin çok küçük bir kısmı olduğu için, bu petrolün su anki müşterisi durumundaki Avrupa ülkelerince alınmaması durumunda dünya petrol fiyatlarını etkilemesi mümkün değil, ama Suriye devletine önemli bir darbe vurması söz konusu (yaklaşık günde 8 milyon dolar civarında bir gelir sözkonusu olan). İşin ilginç yani da, "direniş" cephesinin elemanı olan Suriye petrolünün tüketicileri ve bu alanda Suriye’de yatırım yapanlar Kanada ve Avrupa ülkeleri. Dolayısıyla yaptırımlar yoluyla ABD, batılı müttefiklerini Suriye’den petrol almaktan, Suriye’nin petrol ve gaz sektörüne yatırım yapan Batılı şirketleri de, yatırımlarına devam etmekten vazgeçirmeye calışacaktır. Ayrıca Esad rejimine destek veren Suriyeli işadamları ve şirketlerine karşı da yaptırımların genişletilmesi suretiyle bu kesimin rejime verdiği desteği geri çekmesi de amaclananlar arasında yer almaktadır 
İRAN YARDIMI YAPTIRIMLARIN MENFİ TESİRİNİ KALDIRIR MI?
Suriye'nin önemli gelir kaynaklarından birisi olan turizm sektörü diğer sektörler gibi, Mart ayından beri süren gösteriler yüzünden negatif olarak etkilenmiş durumdadır. Bazı yorumcular uzun süreli bir ekonomik bunalımın Suriye rejimini cokertebileceği tahmininde bulunuyorlar. İran'dan gelecek yardımların ise 22 milyonluk bir ülkeyi uzun süreli ayakta tutabilmesi mümkün olmadığı gibi, İran'in Suriye'ye nefes aldırtacak kadarıyla bile yardım yapabilmesi aynı zamanda kendisini ekonomik anlamda ateşe atması olur. Bu nedenle bugünlerde dile getirilen, ama henüz İran’ın resmi olarak açıklamadığı yaklaşık 6 milyar dolarlık yardım ve bir aylık süre için her gün yaklaşık 300 bin varil bedava petrol Suriye için ancak kısa süreli bir rahatlama sağlayacaktır

YAPTIRIMLAR ALTINDAKİ SURİYE’YE KARŞI SUUDİ TAVRI NE OLUR?

Suriye'nin İran'a uzun süre için bel bağlaması zor; ama imdadına Rusya ve Çin yetişir mi? Hatta su anki Suriye rejimini yıkmak için Suriye'ye Lübnanlı lider Hariri ile işbirliği içinde el-Kaide benzeri Selefi militanları soktuğu iddia edilen Suudi rejimi de yardım elini uzatır mı? Hatta Kuveyt bile yardım elini uzatanlar arasında yer alır mı? Bunlar üzerinde spekülasyonlar yapmak mümkün, ama su an için kesin bir şey söylemek zor. Ancak Suriye’nin Arap dünyası içindeki spesifik konumu nedeniyle bunun mümkün olduğunu iddia edenler var. Artık ABD ile olan ittifak ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmaya başlamış olan Suudi Arabistan, Suriye’yi İran’dan koparmak için, en azından iki ülke arasındaki ilişkileri yeni bir dengeye oturtmak için Suriye’ye yardım elini uzatması söz konusu olabilir. Geçmişte Lübnan’ın iç savaş kaosundan çıkmasında iki ülke işbirliği içinde olmuş, ama 2005 yılından sonra Suriye’nin İran-Hizbullah eksenine daha fazla kayması Suudi yönetimini rahatsız etmeye başlamıştı.

ESAD’I ABD’YE YANAŞMAKTAN ALIKOYAN NEDİR?

Peki Suriye'yi Amerika ile iş kesmekten alıkoyan nedir? Filistin davasına olan aşkı mı? Elimizdeki tarihi bilgiler geçmişte Esad ve rejiminin Filistinlileri ezenlerin safında da yer aldığını gösteriyor. 1970 yılında, Ürdün Kralı Hüseyin ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki çatışmada, FKÖ lehine çatışmaya dahil olan Suriye ordusunun o zamanki Hava Kuvvetleri Komutanı olan Hafız Esad’ın kendisine emredileni yapmaması nedeniyle FKÖ’nün başarısız olduğu ve netice olarak FKÖ’nün Ürdün’den çıkarıldığı bilinen bir gerçek. Yine Lübnan iç savaşı esnasında Hafız Esad önce Hıristiyan Falanjistlerin yanında, daha sonra laik Şii milis gücü Emel’in yanında yer alarak Filistinli kanı döktüğü de çok iyi bilinmektedir.

 Suriye'yi ABD'ne yanaşmaktan İran'a karşı olan muhabbet mi alıkoyuyor? Hayır, aksine Suriye'de seküler bir yönetim var ve İran'la hiç bir ideolojik yakınlığı yok. Ayrıca, Suriye’nin resmi ideolojisi olan Baasçılık Arap milliyetçiliği üzerine inşa edilmiş bir ideoloji. Peki Şiîlik ortak bağı mı? Bunu Türkiye'de bolca iddia edenler var; ama bu iddialar deli sacmalamasının ötesine gitmiyor. Nusayrilik İran'da hakim olan Şii anlayışa göre de orta yolda olmayan ve yanlış bir anlayış. İnsana sormazlar mı, Eğer Nusayriler’le İran bir ortak paydadan yola çıkarak ilişki kurabiliyorsa, İran'ın Türkiye Alevileri üzerinde neden hiç bir etkisi yok? Veya neden “İslam Cumhuriyeti” olan Şii İran, nüfusunun yüzde 85’i Şii olan Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çatışmada Ermenistan’ı destekliyor? Ayrıca, Suriye'deki rejimi ayakta tutanın sadece Nusayri azınlık olduğu iddiası da toptan yanlış. Hafız Esad hasta yatağındayken, onu devirmeye çalışan kardeşinin başarıya ulaşamamasının nedeni, Esad'ın yakın çevresini tamamiyle Sünnî kökenli insanların oluşturmuş olmasıydı ve Esad sağlığına kavuştuktan sonra kardeşiyle beraber onunla işbirliği yapmış pek çok Nusayri'yi saf dışı bıraktı. Ancak özellikle ordunun ve istihbarat teşkilatının yüksek kademelerinde Nusayri hakimiyeti var; ama rejim direncini sadece onların varlığı ve gücünden almıyor.

Suriye aslında ABD safında olmayı kendisine daha uygun bulmakla birlikte, ABD’nin Lübnan’da kendisine tanıdığı rol ile tatmin olmadığı için, kendisini Lübnan’da kalıcı kılan İran-Hizbullah çizgisinin yanında olmayı, mevcut şartlarda kendi çıkarlarına daha uygun bulmaktadır. Eğer Arap Baharı olmasaydı, belki şu an ABD ile Suriye arasında ilişkilerin tesisi yönünde çok büyük adımlar atılmış olurdu. Arap Baharı her iki tarafı da hazırlıksız yakaladı. ABD sırf bu iş için, beş yıldır büyükelçisi olmayan bir ülkeye, hem de Kongre'nin itirazlarına rağmen çok ehil bir elçi gönderdi ve Suriye de bunun farkında. Ama Arap Baharı rejimin güvensizlik duygusunu kamçıladı ve onu aşırı bir kendini koruma refleksi içine itti. Belki Esad ve etrafındaki bir kaç kişi reform istiyor. Rejimin önemli dayanaklarından olan Sünnî kökenli ekonomik elit de reform istiyor. Ama devlet elitinin büyük çoğunluğu (ki bunların arasında Sünnî kökenliler de epey var; sistem Sünnî kökenlileri tamamen izole etmiş değil) ve statükodan çıkarı olanlar reformlarla birlikte ayaklarının altındaki zeminin kayacağından korkuyorlar. ABD'yi Esad'dan caydıran zaten Esad'ın üstünü çizmiş olması değil; Esad’in bu kendi korkularına yenik düşmüş yapıyı dönüştürememiş olmasıdır.

Suriye’de statükodan çıkarı olanların bu çıkarlarının elden gideceğinden doğan korkularını şiddete transfer ediyorlar ve her türlü yapıcı diyalog için kapıları kapatıyorlar. Onların İran'a sarılmasına neden olan da budur. Ama korkunun ecele faydası olur mu, onu hep birlikte göreceğiz.

Monday, July 04, 2011

SURİYE AYAKLANMASI, ESAD REJİMİNİN BEKASI VE AMERİKA

SURİYE AYAKLANMASI, ESAD REJİMİNİN BEKASI VE AMERİKA
Levent Baştürk
30 Haziran tarihli İngiliz Guardian gazetesinin bir haberine göre, ABD ile Beşşar Esad rejimi arasında bir “yol haritası” üzerine bir anlaşmaya varıldı. Suriye muhalefeti tarafından basına sızdırılan bu yol haritası bir rejim değişikliği öngörmekle beraber Esad’ın şimdilik iktidarda kalmasını sağlamakta.
Haberden anladığımıza göre, bu yol haritasını bir taslak rapor halinde, hafta başında Şam’da yapılan muhalefet konferansında katılımcılara dağıtmışlar. Bu durum, haliyle Şam’da yapılan bu muhalefet toplantısına neden Suriye rejiminin müdahele etmediğini de açıklamaktadır. Bir yerde o toplantının, ABD ile Esad arasında geçen görüşmelerin muhalefete aktarılması işlevini yerine getirdiğini görüyoruz.
ABD’NİN ‘YOL HARİTASI’ ÜZERİNDE SURİYE UZLAŞIR MI?

ABD'nin Suriye için çizdiği “yol haritası” Esad’ı güvenli ve barış içinde demokrasiye geçişi idare edecek lider olarak belirlerken, geçici hükümet olarak da görev yapacak olan bir Kurucu Meclis öneriyor. 100 üyeli bu Kurucu Meclis’in 30 üyesini Baas Partisi mensupları oluşturacaklar. Geri kalan 70 üye ise muhalefet adaylarıyla yapılan görüşmeler neticesinde tesbit edilerek Cumhurbaskanı’nca atanacaklar. Baas Partisi’nin de kurulacak diğer partiler gibi, çıkarılacak olan siyasi partilar kanununa göre faaliyet gösteren normal bir parti olması yol haritasının ayrıntıları arasında yer almakta. Yol haritası ayrıca güvenlik güçlerine daha fazla sıkı denetim getirilmesi, barışçı gösteriler için izin ve basın özgürlüğü gibi unsurları kapsıyor.

Suriye muhalefetinin çok dağınık ve bölünmüş olduğu, Suriye rejiminin uzun soluklu bir çatışmada muhalefete karşı direnme kapasitesinin yüksek olması ve hem ülkenin geleceği hem de insan kaybı açısından uzun dönemli bir çatışmanın maliyetinin yüksekliği gözönüne alındığında, bu anlaşmayı muhalefetin kerhen de olsa kabullenme ihtimali oldukça yüksek görünüyor.

Amerikalı yetkililer basına sızdırılan bu girişimi üstlenmek istemeseler de, Suriye’nin içinde olduğu şartlara ve Amerikan-Suriye ilişkilerine dikkatli bir bakış, böyle bir uzlaşının veya “yol haritası”nin, aşağıda sayacağımız sebeplerden ötürü, hem Esad hem de ABD açısından su an için en ideal çözümlerden biri olduğunu ortaya koymaktadır.

1- Suriye’nin dışlanmışlığı ve ekonomik sorunları: Suriye İran’la olan ittifakı ve terörizme destek veren ülkeler listesinde olması nedenlerinden dolayı uluslararası ortamdan nispi olarak tecrit edilmis durumda. Oysa Suriye’nin bir an önce üzerinde yoğunlaşması gereken iktisadi meseleleri ve bunların üstesinden gelebilmesi için de kaynak tedarik etmeye ihtiyacı var. Suriye, kişi başına düşen gelir sıralamasında Arap dünyasında bile en düşük gelire sahip olanlar arasında. Dünya Bankasının 181 ülkeyi içeren sıralamasında ise 114. sırada yer almaktadır. Her Arap ülkesi gibi, genç nüfusu artış gösteren Suriye’nin İran’la yetinerek bu ekonomik kısır döngünün dışına çıkması ise çok zor.

2- Hamas-Hizbullah-İran faktörlerine ve Golan’ın ilhakına rağmen İsrail’le istikrarlı sınır ilişkileri: Aslında Suriye ile İran ideolojik olarak farklı kutuplarda yer alan ülkeler olarak ortak bir amaç etrafında birleşmiş değiller. Bugün Hamas’a ev sahipliği yapan Esad rejiminin Filistinliler’le olan tarihi ilişkilerine bakınca, rejimin kirli ve kanlı bir sayfaya sahip olduğunu da görüyoruz. Hamas liderliğinin yıllardır Suriye’de faaliyet göstermesi, bu ülkenin onlara güvenli bir yuva olduğu anlamına gelmiyor. Hamas Esad rejimince karşısına uygun bir fırsat geçinceye kadar elde tutulan bir pazarlık malzemesi olma özelliğini taşıyor. Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri 1967’den beri İsrail’in işgali altında ve resmen İsrail bu toprakları ilhak ettiğini açıklamış. Buna rağmen, İsrail’in en istikrarlı sınır bölgesini Suriye ile olanı oluşturuyor. Hal böyle olunca, Suriye rejimi Hizbullah’a lojistik destek ve Hamas liderliğine sığınma sağlayarak kendisinin İsrail karşısında konumlandırdığı imajını teşhir ederek ülke içindeki despotik rejimi, aktif bir düşmanın varlığıyla meşrulaştırmaya çalışıyor. Yol haritasının kabul edilmesi durumunda, yeni dönemde yeni unsurların yönetime dahil olması nedeniyle Esad’in üzerindeki meşruiyet sorununu daha geniş bir tabana yayılacağı ve kendisine karşı olan uluslararası alandaki tecriti kaldıracağı için, Esad’ın hem Batı ve Hamas-Hizbullah-İran ile olan ilişkilerini çok daha farklı bir zemine oturtacağını söylemek kehanet olmayacaktır.

3- ABD ile iyi ilişkiler Suriye için yaşanmamış bir tecrübe değil: Suriye aslında 1990’ların başından 2000’li yılların ortasına kadar ABD ile ilişkileri geliştirme gayreti içinde oldu. Sovyet sisteminin çökmesinin ardından vuku bulan Irak’a karşı yapılan Birinci Körfez Savaşı, Rusya’nın bir süre için kendi içine kapanması sonucu yalnızlaşmış Suriye’ye ABD’ye yakınlaşması için altın bir fırsat sundu. Suriye bu savaşa az sayıda asker göndererek, sembolik olarak İrak’a karşı ABD’nin yanında yer alan bir Arap ülkesi olarak boy gösterdi. Suriye’nin Saddam Irak’i gibi Baas Partisi yönetimi altında olması, Suriye’nin ABD’nın yanında olmasına ilave bir sembolik önem kazandırıyordu. Bu tarihten sonra da çeşitli vesilelerle Suriye ile ABD arasında işbirliği devam etti. 11 Eylül olaylarından sonra da Suriye, ABD’nin “Terore Karşı Savaş” adı altında giriştiği faaliyetlere önemli katkılar sağladı. Ancak iki ülke arasında olan bazı tali sorunlara, 2005 yılında Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bir silahlı saldırı sonucu öldürülmesi olayı eklenince Suriye ile ABD arasındaki ilişkiler koptu.

4- Obama yönetiminin Suriye’ye karşı yeni yaklaşımı: Bizatihi Obama yönetiminin beş yıllık bir aradan sonra, geçen yıl Robert Stephen Ford gibi Arap dünyasını, bu dünyanın kendi içindeki açmazlarını ve denge noktalarını iyi bilen bir büyükelçinin Şam'a, Kongre’nin engellemelerine rağmen atamış olması, Obama yönetiminin bu ülkeyle ilişkileri geliştirmek ve Suriye’yi uluslararası sisteme entegre etmek istemesinin açık bir işareti olmasıydı. Suriye rejiminin buradaki açık jesti görmemesi imkansız. Ancak bununla beraber, paketin parçası olarak bazı isteklerin olacağını da bilmemesi imkansız. Ayrıca, Ford’un atanmasını takiben Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns de Suriye’yi ziyarette etti.

ARAP BAHARI’ ABD-SURİYE YAKINLAŞMASINI SEKTEYE UĞRATTI

Eğer “Arap Baharı” denilen gelişmeler vuku bulmasaydı, belki de su an, Suriye ile Amerika arasında bir uzlaşma ortaya çıkabilirdi. Henüz ortak bir zeminde bir uzlaşmanın olmadığı bir ortamda Arap dünyasındaki başkaldırıların patlak vermesinin Suriye rejimini endişeye sevkettiği açık. Arap Baharı’nın Libya’ya karşı bir dış müdaheleyi beraberinde getirmesi de Suriye rejimini, hayatta kalma içgüdüsünün yönlendirdiği bir refleksle hareket etmeye itti. Her ne kadar Arap Baharı’nın bir proje olduğu ve bölgenin toptan dönüşümü için bir yerlerden düğmeye basıldığı iddiaları bol miktarda dile getirilse de, aslında gelişmelerin dikkatlice izlenmesi, ABD ve diğer Batılı güçlerin de buna hazırlıksız yakalandığını gösteriyor (bu ifade ABD ve/veya diğer Batılı güçlerin bölgeye ilişkin projelerinin olabileceğini/olduğunu inkar etmiyorum). Türkiye’de belli çevrelerde de alıcı bulan komplo teorilerine göre, malum proje çerçevesinde Suriye’de olanların arkasında ABD-İsrail-Suudi Arabistan- Türkiye-Müslüman Kardeşler ortaklığında ortaya konmuş olan bir eylem söz konusu.

Bir defa İsrail açısından, nasıl olacağı bilinmeyen bir Müslüman Kardeşler idaresi yerine reflekslerinin bile nasıl olduğunu bildikleri bir Esad idaresi kesinlikle tercih edilir bir durum. Arab Baharı’na hazırlıksız yakalanan, ama gelişmeleri kendisinin bölgeye ilişkin tasavvurlarına göre yönlendirmeye çalışan ABD açısından da Suriye’deki sürecin sağlıklı bir şekilde yönlendirilmesi Esad rejimiyle uzlaşmaktan geçiyor.

ABD NEDEN ESAD’LA UZLAŞMAYI SEÇİYOR?

Altı milyon nüfusa sahip olan bir Libya’da daha örgütlü bir silahlı başkaldırının devletin direnmesi sonucu dış mudaheleyle desteklenmek zorunda kalınması, sanıldığı gibi Kaddafi’nin daha çabuk devrilmesini beraberinde getirmedi. Ve hatta dış müdahele, sebep olduğu sivil halk ölümleri ve tahmin edilenin ötesinde yol açtığı yıkımlarla, başında haklı görünen bir isyanın meşruiyetini tartışılır hale soktu.

Suriye açısından resime bakınca vaziyet Libya’da olduğundan çok daha karmaşık bir mahiyet arzediyor. İran’in resmi yayın organı Press TV ve çeşitli Lübnan ve Suriye kökenli yayınlarda dile getirilen Suriye’ye sızmış El Kaide ile irtibatlı çeşitli silahlı Selefi örgütlerin varlığı iddialarının su ana kadar herhangi bir delili sunulmuş değil. Delil olarak piyasada sadede Şeyh Adnan Arur’un bir video konuşmasında dile getirdiği cinayet ve tecavüz odaklı rejime karşı komplo tavsiyeleri var. Videoda söylenenlerin otantik olup olmadığı belli olmadığı gibi, Adnan Arur’un yüzün üzerinde irili ufaklı gruplara bölünmüş Suriye muhalefeti içindeki yeri ve önemi de belli değil. Hele hele, Türkiye ve Müslüman Kardesler’in İsrail’le işbirliğine koşulduğu iddiasının hiç bir mesnedi yok. Üstelik bu iddialar ortaya atılırken, Suriye’ye meşruiyet sağlamada yem olarak kullanılan Hamas’ın Müslüman Kardeşler’in Filistin dalı olduğu ise toptan ihmal ediliyor.

Suriye muhalefeti açık olarak kesinlikle silahlı bir başkaldırıya girişmeyeceğini ilan etmiş durumda ve rejimin bu yöndeki bütün suçlamalarını reddediyor. Eğer hal böyleyse, gösterilerin aralıksız devam etmesi halinde, eğer rejim silahla karşılık verme kararı alırsa, Tunus ve Mısır’da tanık olduğumuz ordunun tarafsız kalmayı tercihi durumuyla karsılaşmayacağımız su ana kadar belli olmuş durumda. Bir başka deyişle, ABD’nin Suriye’de orduyu yanına çekip diktatörü ve etrafındakileri saf dışı bırakma ihtimali şimdilik yok. Ancak ordunun Sünnî kökenli alt rütbeli subayları ve erlerinin saf değiştirip sivilleri rejime karşı korumaya çalışması ihtimali belki doğabilir. Böyle bir durumda da ortaya çıkacak bir iç savaş, Libya’dakinden çok farklı olarak, bütün bölgeyi tehdit eden bir durum alır. Bir NATO müdahelesi veya sınırlı kapsamda Türkiye tarafından yapılan bir müdahele durumunda ise, Suriye’yi kaybetmemeyi kafasına koymuş bir İran’ın sıcak çatışmaya girmesi ve su ana kadar pek sesini çıkarmayan Rusya’nın da Suriye rejimi lehinde tavır alması ihtimali önümüzdeki manzarayı daha da karmaşık hale getiriyor. Böyle bir gelişmeyi ne ABD’nin ne de diğer NATO üyelerinin, gerek Libya tecrübesinden yola çıkarak ve gerekse başka faktörlerden dolayı istediklerini iddia etmek pek tutarlı bir görüş değil. Bu nedenle, su an Suriye’deki ayaklanmaların dış güçlerin askeri müdahelesini davet etmek için ortaya konan bir icraat olduğu iddiaları kesinlikle gerçeği yansıtmıyor.

Ayrıca Suriye siyasi elitlerinin seküler dünya görüşü, Batıcı oryantasyonu, düşünce/davranış/karar verme biçimlerinin bilinir olması, mevcut rejimin olduğu gibi çökmesi halinde bir güç boşluğunun ortaya çıkması ihtimali ve şu anki muhalefet içinde İslami elementlerin ne kadar güç kazanıp yeni rejimin dış siyasetini ne dereceye kadar Batı ve İsrail aleyhine belirleyeceginin bilinmezliği gibi unsurlar ABD için köklü bir rejim değişimi yerine Esad önderliğinde tedrici bir dönüşüm fikrini ön plana çıkarmaktadır.

ABD’NİN SURİYE’YE YAKLAŞIMI LİBYA’YA OLANDAN FARKLI

ABD’nin su ana kadar aldığı tavırla Libya’da olduğundan çok farklı bir tavrı ortaya koyduğunu açık ve net olarak görmekteyiz. Baas rejimini tedrici olarak dönüştürmeyi amaçlayan bu tavır ABD yönetiminin neden bu zamana kadar Esad rejiminin gayri meşru olduğunu ilan etmekten özenle sakındığını da açıklamaktadır.

Turkiye’nin seçim öncesinde, Başbakan Erdogan’ın Suriye güvenlik güçlerinin saldırılarını “vahşet” olarak nitelendirdiği konuşmasından başlayarak düzenli bir şekilde tavrını net olarak muhalefetin yanında belirlediği ve Suriye rejimini reform yapmaya çağırdığı konuşmalarda aldığı tavır ile ABD’nin şu an aldığı tavır büyük ölçüde örtüşmektedir. Ancak her iki ülke idaresinin yaklaşımlarındaki bu örtüşmeyi sağlayan sebepler birbirlerinden farklı ve kendine özgüdür. Her iki ülkenin Suriye üzerinde ortak bir noktada yer alması bir sonuçtur ve sonucu sebebin yerine koyarak girişilen her türlü açıklama biçimleri ve bunların üzerine inşa edilen “Suriye’yi istikrarsızlaştırma senaryoları” bir komplo teorileri olmanın ötesine gitmemektedir.

Dünya Bülteni 2 Temmuz 2011

THK pilotları İsrail'de:HAVA ÖĞRENCİLERİ MÜBADELESİ TÜRKİYE İLE İSRAİL ARASINDA YENİ BİR YAKINLAŞMA İŞARETİ Mİ?

THK pilotları İsrail'de
Uluslararası bir organizasyon kapsamaında İsraile giden THK pilotlarının gidişi İsrail medyasında "işbirliği" olarak yorumlandı. 


Levent Baştürk -  Dünya Bülteni 4 Temmuz 2011

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun 12 Haziran seçimleri sonrasında Başbakan Erdoğan’a gönderdiği tebrik mesajıyla başlayan ve İsrail’in Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesini amaçlayan süreç, hükümet tarafından Türkiye kamuoyu yeterince aydınlatılmadığı için kafalarda soru işaretleri uyandıracak şekilde devam ediyor.

İki gün önce İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak adına yayınlanan bir resmi açıklamada Özgürlük Filosu-2’nin engellenmesi yönünde olumlu gelişmelerin yaşandığı söylenmiş, filonun engellenmesi için önemli çabalar gösteren ülkeler arasında Türkiye'den de bahsedilmesi şaşrıtıcı gelmişti.  Olumlanan gelişmelerin İsrail Dışişleri Bakanlığı ile Başbakan Netanyahu’nun yoğun çabalarının bir ürünü olduğunu söylemişti. Çok kısa bir süre önce, Twitter’da gönderdiği mesajla, Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanı İbrahim Kalın, Barak’ın Türkiye’ye ilişkin yaptığı açıklamanın doğru olmadığını ve yakında Türk Dışişleri Bakanlıgı’nın Barak’ı yalanlayan bir açıklama yapacağını açıkladı. 

TÜRK PİLOTLAR İSRAİLLİ AİLELERİN YANINDA KALACAK

Ha’aretz gazetesinin İbranice yayınında çıkan bir başka haber kafalardaki soru işaretine bir başkasını daha ekledi. “Türkiye’den hava öğrencileri İsrail’i ziyaret ediyor” başlığıyla verilen haberin ilk alt başlığı da “Ankara ile Kudüs arasında diğer bir yakınlaşma adımı” şeklinde atılmış. 

Haberde belirtildiğine göre, Temmuz ayının ortasında, dünyanın çeşitli ülkelerinin hava kuvvetleri ve havacılık kuruluşlarının belirlediği gençlerden oluşan bir topluluğun parçası olarak Türkiyeli hava öğrencileri İsrail Hava Kuvvetleri’nin konuğu olacaklar. İsrail Hava Kuvvetleri’nin de bir parçası olduğu Uluslararası Hava Öğrencisi Mübadele Programı’na dahil edilen öğrenci pilotlar Şaron bölgesindeki “gönüllü ailelerin” yanında evlerde ağırlanacaklar. 

18 ile 21 yaşları arasındaki bu gençler İsrail’e iki haftalığına geliyor. Türkiye’nin yanısıra, İsrail’e ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda ve Hong Kong’dan gençler gelecek. 

Bu değişim programı, eşzamanlı olarak programa katılan bütün ülkelerde organize ediliyor. Başka ülkelerden gençler İsrail’e gelirken, Ha’aretz’in haberine göre “İsrail’den de bir “genç havacı savaşçılar” ekibi başka ülkelere, İsrail’in “Hasbara” (halkla ilişkiler, kamuoyu diplomasisi) faaliyetlerini de derinleştirmek amacıyle gidiyor. 

İSRAİL’İN ÇOK ÖNEM VERDİĞİ PROGRAM

Çoğu ülkenin sivil havacılık kuruluşları vasıtasıyla katıldığı bu programa İsrail’in bizatihi Hava Kuvvetleri aracılığı ile katılması programa çok büyük önem atfettiğini gösteriyor. İsrail’den başka ülkelere gönderilen kişilerin orada İsrail adına “halkla iliskiler” memuru gibi hareket etmesi üzerinde vurgu yapıldığı gibi, İsrail’de konukların evlerde ağırlanmasının önemine yapılan vurgu da çok önemli. Hava Kuvvetleri adına Hava Öğrenci Mübadelesi Programı Başkanı olarak görevli Yarbay Yinon Bar Shilton’a göre, konukların İsrail milleti ve kültürü ile “dolaysız / aracısız yakınlık” kurmasını sağlamada birinci dereceden vasıta işlevi gören bu gençlerin İsrailli ailelerce ağırlanması bütün konuk etme sürecinin en önemli parçasını oluşturmaktadır. 

İsrail Hava Kuvvetleri uzun yıllardır Hava Öğrencisi Mübadele Programı içinde faaliyet göstermekte. Bu programı başlatan ve yürüten Uluslararası Hava Öğrenci Mübadelesi Teşkilatı (İACEA – International Air Exchange Association) askeri pilot adayları ile havacılığa ilgisi olan geçler arasında ve pilot adayları ve gençler üzerinden de onların bağlı oldukları hava kuvvetleri ve havacılık örgütleri arasında dostlukların kurulmasını amaçlamaktadır. Teşkilatın başta Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri olmak üzere toplam 21 üyesi var. 

İSRAİL BASININDAKİ HABERLER MASUM GÖRÜNMÜYOR

Aslında Türk Hava Kurumu aracılığıyla Türkiye’nin iştirak ettiği Uluslararası Hava Öğrenci Mübadelesi Teşkilatı tarafından yürütülen, her yıl yapılan ve bu zamana kadar da fazla önemsenmemiş bu faaliyetin Ha’aretz’de çok farklı bir şekilde yansıtılmış olmasını masum bir habercilik olarak görmek imkansız. Yukarıda üzerinde durduğumuz Ehud Barak’ın açıklaması ve daha önce Türk  Dışişleri Bakanlığı’nın yalanladığı MOSSAD ile bağlantılı DEBKAfile sitesinde yayınlanan İsrail Başbakan Yardımcısı Moshe Ya’alon'un gizlice Türkiye'ye gelerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile görüştüğünü iddia eden yayın gibi belli yönlendirici tarzda hazırlanmış. İsrail kasıtlı olarak Türkiye ile ilişkileri ve işbirliğini geliştirdiği imajını veren ve uluslararası kamuoyunu yönlendirmeye yönelik yanlış mesajlar verip bunun üzerinden rant yemeye çalışmaktadır. 

TÜRKİYE’NİN DÜŞÜNEMEDİĞİ BOYUT

Ancak, bu meselenin Türkiye tarafından da mahzurlu yönleri olduğu farkediliyor. Türkiye uzun yıllardır bu uluslararası kuruluşla birlikte, sivil görünümlü Türk Hava Kurumu vasıtasıyla bu programa katılmakta sakınca görmediği anlaşılıyor. Ancak israilin bunu propaganda amaçlı ve üstyelik askeri bir çerçevede değerlendirdiği çok açık.
Ama ilgili kuruluşun amaç olarak ifade ettiği hususu İsrail'in bu faaliyete, Türkiye'yi işin içine katmasak bile, atfettiği ehemmiyetle birleştirince, Türkiye’nin bu tip faaliyetlere katılacaksa, daha hassas davranması zaruretini Ha’aretz gazetesinin bu yayını açıkça göstermekte. Gazete Türkiye’nin her yıl tekrarlanan iştirakini spesifik bir muhtevanın içine yerleştirip ona farklı bir bakış ve okuma da getirmekte. 

SİVİL ORGANİZASYON; AMA İSRAİL…
İsrail, bu normal ve sivil gibi görünen çalışmayı bizahiti kendi Hava Kuvvetleri’nin sorumluluğuna bırakmıştır. Ayrıca bunu bir Hasbara çalışması, yani İsrail’e için insanların zihnini ve kalbini kazanma faaliyeti olarak görmektedir. Türkiye bu faaliyete Türk Hava Kurumu vasıtasıyla katılıyor. THK'nin verdiği ilanlara bakılırsa, sivil halktan gelen başvuruları değerlendirmek suretiyle öğrencileri seçip programa katılan ülkelere onları gönderiyor.
AKILLARDA KALAN SORU İŞARETLERİ
Ama pratikte hakikaten Türkiye’den gönderilen öğrencilerin kaçta kaçı sivillerden oluşuyor? Gönderilecek öğrencilerin seçimi için yapılan sınavlardan yüz üzerinden yüz puan alması lazım ve THK üyesi olanların 20 puanı garantilenmiş durumda. Ayrıca “sivil” görünümlü, emekli subaylar tarafından idare edilen ve devletin bazı dönemlerde halkı bağış yapmaya zorladığı THK ne kadar sivil bir kurum? İlaveten, hala Mavi Marmara yüzünden beklediğimiz özür ve tazminat gelmemişken, İsrail’le gönülleri normalleşme işareti sayılabilecek bir çalışmanın içinde olmak Türkiye için doğru mu?
İsrail bu faaliyeti, bir “gönülleri ve zihinleri fethetme” olarak görüp bunu Hava Kuvvetleri’nin idaresine vermişken, Türkiye’nin buna seyirci kalarak, bu çalışmaya kurban göndermesi kabul edilebilir bir durum mu? En azından öğrenciler gönderilirken, İsrail’e öğrenci gönderilmemesi gerekmez mi? 

Sunday, June 19, 2011

AK PARTİ’NİN SON SEÇiM ZAFERİ AMERİKA’DAN NASIL OKUNUYOR?

AK PARTİ’NİN SON SEÇiM ZAFERİ AMERİKA’DAN NASIL OKUNUYOR?
Levent Baştürk

 Bu sorunun cevabını aramadan önce söze, tek bir Amerika olmadığını, farklı yorumlar yapan, farklı fikirlere sahip ve farklı tahliller dile getiren "birden fazla" Amerika olduğunu söyleyerek başlayalım. Amerikan basınında, düşünce kuruluşlarında ve hatta Amerikan yönetiminin değişik kurumları arasında bile değişik görüşlerin varlığı söz konusu. Bu çeşitliliğe rağmen, son genel seçimden AK Parti’nin birinci olarak çıkacağından Amerika’da kimsenin bir kuşkusu yoktu, ama oy oranı konusunda değişik beklentiler vardı. Beklentilere paralel olarak da seçimin neticesine yüklenen anlamlar da birbirinden farklılık gösterebilmekteydi. Bu yazıda, çok genel hatlarıyla da olsa, Türkiye'deki son genel seçimden yola çıkarak, yukarıda sözünü ettiğim çeşitliliği ve sebep olduğu görüş ve duruş farklılıklarını izah etmeye çalışacağım.

Beyazsaray ve Başkan

Basbakan’ı tebrik etmek için telefonla arayan Obama’nın görüşme esnasında AK Parti’nin seçim başarısını “tarihi zafer” olarak nitelemesi, üçüncü defa seçimde elde edilen başarıdan söz etmesi ve iki ülke arasındaki mevcut iyi ve güçlü ilişkilerin ileride daha da güçlendirilmesi için iki tarafın yakın çalışma içinde olması gereğinin üzerinde durması, Obama’nın seçim  neticelerini memnuniyet verici bulduğunu gösteren ifadelerdir. AK Parti hükümetinin İran, Filistin, Rusya, NATO füze kalkanı ve son olarak da Libya’ya müdahele konusunda izlediği politikalar ve aldığı tavırlar Amerikan  politikalarıyla tamamen örtüşmemiş olmasına rağmen, Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında nispeten yerleşmiş laik ve demokratik bir rejime sahip olması ve İslamcı geçmişten gelen kişilerce kurulmuş bir siyasi parti tarafından istikrarlı bir biçimde yönetiliyor olması, Obama’nın Türkiye’ye, herşeye rağmen, olumlu bakmasını belirlemektedir.

Dışişleri Bakanlığı

13 Mayis’ta Bakanlık sözcüsü Mark Toner imzalı AK Parti’nin seçim başarısını tebrik eden basın açıklamasına bakıldığında acayip denilebilecek ve de teamüle ters düşen bir durumu hemen farketmek mümkün. Birincisi, metnin benzer metinlere göre kısa olması hemen göze çarpıyor. İkincisi, metinde kullanılan dilin haddinden fazla ve diplomatik teamüle pek uymayacak kadar kuru olduğu dikkatinizi çekiyor. Üçüncüsü, metinde Türk halkı tebrik edilir ve serbest ve adil bir seçimden dolayı takdir edilirken bu tebrik ve takdirin seçimin galibi olan siyasi aktörden ve hükümetten esirgendigini görüyoruz.

Türkiye’nin ABD açısından önemi, iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerinin boyutu ve Türkiye’nin uluslararası sistemdeki küçümsenemeyecek yeri düşünüldüğünde, Amerikan Dışişleri’nin neden bu şekildeki bir tebrik metninin açıkladığının ilk sebebi olarak akla seçim sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı geliyor. Kuvvetli bir rivayete göre, aralarında Dışişleri’nin de bulunğu Obama yönetiminden bir kesimin bu seçimden beklentisi, CHP’nin yüzde 30-32, AK Parti’nin de yüzde 38 civarında bir oy almasıydı.

Bu beklentiden kaynaklanan hayal kırıklığının yanısıra Amerikan Dışişleri ve Türk hükümeti arasında geçen bazı gerginlikler de hesaba katılması gereken faktörler arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi, Oda-TV’ye karşı düzenlenen operasyon, Soner Yalçın, Ahmet Şık, Nedim Şener ve ODA-TV personelindan bazı gazetecilerin tutuklanmasının ardından Amerikan Dışişleri ile hükümet arasında düşük yoğunluklu ama geniş bir zaman dilimine yayılan bir gerilim yaşandı. Bu gerilimin akabinde, The Economist ve New York Times’da CHP’ye verilen desteğe yönelik eleştiri olarak Başbakan’ın seçim meydanlarında Kemal Kilicdaroglu’nun küresel bir çetenin projesi olduğunu iddia etti. Sözü uzatmamak için biz burada, Amerikan Dışişleri’nin bu eleştiriyi üzerlerine alınması için yeterince sebebin olduğunu belirtmekle yetinelim. Sonuç olarak, Amerikan Dışişleri tebrik mesajında özne olarak Türk hükümeti ve AK Parti’yi görmeyerek ve metinde uygun olmayan bir üslup kullanarak bir yerde hükümeti ve Basbakan’ı küçümsediğini gösterir bir hava vermeye çalıştığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Savunma Bakanlığı (Pentagon)

 Pentagon’un AK Parti hükümetleri öncesi dönemi özlemle aradığını söyleyebiliriz. 2003 yılında Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden İrak’a geçmesine izin veren tezkerenin gecmemesiyle Türk hükümeti ve Pentagon arasında başlayan sorunlara Türkiye’nin İran konusunda takındığı tavır, NATO füze savunma kalkanı projesine olumlu bakmaması ve, en son olarak da, uçuş kodlarının verilmesinin reddedilmesi üzerine Türkiye’nin F35 uçaklarının siparişini erteleme sorunları da eklendi. Libya’ya yönelik müdahele öncesinde Türkiye’nin bazı şerhlerinin olması ve süreci yönlendirmeye çalışması da Türkiye’ye karşı olan hoşnutsuzlukları artırdı.

Bu şartlar altında, şunu söylememiz mümkün: Washington’daki diğer kurumlar gibi, Pentagon da Türkiye’deki son seçimi AK Parti’nin kazanacağından emindi. Öte yandan yeni CHP’nin açıkça ilan edilmiş, İsrail’le ilişkilerin tamir edilmesini de ihtiva eden, pro-Amerikan dış siyaset anlayışının Pentagon çevrelerini de CHP’nin başarılı olması yönünde bir beklenti içine soktuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Buradan yola çıkarak da, AK Parti’nin yüzde 50’lik seçim başarısının Pentagon çevrelerinde memnuniyet yaratmadığını, ama öte yandan Erdogan’in ve AK Parti’nin gücünü pekistirmesine sebep olabilecek 330 ve üzeri milletvekili sayısına ulaşamamasının bazı endişeleri Pentagon çevrelerinde gidermiş olgunu söylemek mümkündür.

Kongre

Amerikan Kongresi’nde Türkiye’ye karşı son zamanlarda, tek değil ama, en büyük tavır belirleyici unsurun İsrail’le olan ilişkiler olduğunu inkar etmek imkansız bir durum. Kongre’de bu seçim sonuçlara yönelik tepkiyi üç bakış acısına göre değerlendirmek mümkün: Birincisi, Türkiye’yi artık düşman olarak gören bakış acısı. Buna göre, Türkiye artık İran, İsrail, füze kalkanı, Rusya ve Cin’le geliştirilen ilişkiler gibi faktörler göz önüne alındığında Batı müttefiki olmaktan çıkmış ve Amerikan çıkarlarına aykırı hareket eder hale gelmiştir. Daha çok aşırı sağcı, muhafazakar ya da Hıristiyan sağına mensup Kongre üyeleri açısından bu son seçim onların fikirlerini pekiştirici bir rol oynamıştır. İkinci kategoride Türkiye’yi özellikle bölgesel siyasette yeni bir rakip olarak görenler var. Mümkün olan alanlarda işbirliğinin sürdürülmesini savunan bu kesime göre, bu seçim sonuçları Türkiye’nin bağımsız dış politika izleme isteğini daha da artırıcı bir rol oynayacaktır. Üçüncü kesim olarak da, Türkiye’yi sorunlu müttefik olarak görenlerin varlığından söz edilebilir. Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kalmasını gerektiğini ve Filistin sorununun bir çözüme bağlanması durumunda da büyük ölçüde Türkiye ile olan sorunların bir kısmının giderileceğini düşünen bu kesime göre de bu seçim sonuçları, bu sorunlu müttefik konumunun daha bir süre devam edeceğinin habercisi olmuştur. Bu yasanilamaz bir durum değildir; fakat ihtiyaç hasıl olduğunda zaruri uyarılar da yapılmalıdır.

Düşünce kuruluşları

 Düşünce kuruluşlarının seçimden AK Parti’nin başarıyla çıkmasına olumlu bakıp bakmadıkları büyük ölçüde onların pro-İsrail olup olmamalarıyla doğrudan alakalı bir durum. Ancak AK Parti’nin milletvekili sayısını 330 ve üzerine çıkaramaması farklı gerekçelerle de olsa, bütün düşünce kuruluşlarının olumlu gördüğünü söylemek mümkün. Seçim sonuçlarına nasıl yaklaşıldığı konusunda ise önemli ayrılıklar olduğunu farketmemek imkansız.

2004’den beri ABD’nde karar vericilerin düşüncelerini, Türkiye’deki muhalefetle koordine bir şekilde yürüttükleri kampanyalarla AK Parti aleyhine etkilemeye çalışan pro-İsrail ve yeni muhafazakar düşünce kuruluşları için bu seçim sonuçları tabii ki hayal kırıklığı oldu. Orta Doğu Forumu kuruluşunun kurucusu Daniel Pipes, seçim günü yaptığı bir değerlendirmede, bu seçimin Türkiye tarihinin “son serbest secimi” olacağı kehanetinde bulundu. Ancak Pipes AK Parti’nin 330’un altında milletvekili çıkarması üzerine “zafer gibi görünen maglubiyet” değerlendirmesini yaptı ve “şimdilik” de olsa Türk demokrasisinin kurtulduğunu iddia etti.  

Türkiye’de 28 Şubat döneminde isminden çok sözettiten ve o dönemde Çevik Bir’in ikinci adresi olan ve bugünlerde “yeni CHP”nin Washington’da pazarlanması işini yürüten Washington Enstitüsü uzmanlarından Soner Çağaptay da CHP’nin gösterdiği “büyük performansla” hem Türkiye’de demokrasiyi hem de AK Parti’yi kendisinden kurtardığını iddia etti. Oysa Pipes ve Çağaptay Mart ve Nisan aylarında kaleme aldıkları yazılarında CHP’nin AK Parti’nin bir iki puan önünde gittiğini iddia ediyorlardı ve AK Parti oylarının yüzde 29-31 civarında olduğunu söylemekteydiler. Amerika’daki anti-AK Parti kampın en önde gidenlerinden olmalarına rağmen Çağaptay ve Washington Enstitüsü, bu seçim sonrasında eski saldırgan halleri yerine daha yumuşak bir tavrı tercih edip yeni dönemde Türk demokrasisinin aktörlerine karşılıklı olarak paylaşmayı öğrenmeyi tavsiye etmesi ve son seçimlerden kendince Arap Baharı için olumlu sonuçlar çıkarması ise dikkate sayan bir durumdu.

Seçim sonuçları karşısında, anti-AK Parti kamptan en uzlaşmaz tavrı Amerikan Girişim Enstitüsü (AEİ)’nden Michael Rubin gösterdi. Ona göre, bu seçim sonuçları artık Türkiye’nin bir müttefik değil düşman olduğunu bir kere daha teyid etmişti ve Türkiye artık bu konumuna göre muamele görmeliydi. Bu kamptan olan muhafazakar Heritage Vakfı da seçim sonuçlarından dolayı endişe ifade edenler arasında yer aldı, ama Türkiye ile hala üzerinde uzlaşılabilen alanlarda ortak çalışmanın devam etmesinde fayda olduğunu ifade ederken İran, İsrail’le ilişkiler ve füze kalkanı konularında Türkiye’nin işbirliğine zorlanmasını savundu ve bunda başarılı olunmazsa, Türkiye’yi bir müttefik olarak görmekten vazgeçilmesi gerektiğini dile getirdi.

Atlantik Konseyi, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı ve Brooking Enstitüsü gibi liberal veya merkez düşünce kuruluşları genelde seçim sonuçlarına Türk demokrasisin pekişmesi açısından olumlu yaklaştılar. Bu kuruluşlara mensup Ross Wilson (ABD’nin eski Ankara büyükelçisi), Henri J Barkey ve Ömer Taşpınar gibi isimler, sorunlu bir bölgede, halkın yarısının onayını almış güçlü bir iktidarın yönettiği istikrarlı, ekonomisi gelişen ve demokratik bir Türkiye’nin Amerika’nın önemli bir müttefiki olduğu olgusuna vurgu yaptılar. Giderek kendine daha fazla güvenen ve kendi bakış açısını izlediği dış politikaya yansıtan Türkiye ile bazı çıkar uyuşmazlıklarının olması normaldi, ama bunlar üzerinde bir orta yol bulmak mümkün olabilirdi. Ayrıca, AK Parti’nin istediği sayıda milletvekili sayısına ulaşamaması, onu iç siyasette yeni anayasanın hazırlanması ve Kürt meselesi gibi çok önemli konularda çözüm ararken diğer politik aktörlerle uzlaşmaya itecek olması açısından olumlu bir durumdu.

Medya

Dış politika, özellikle de İsrail’e karşı alınan tavır, nedeniyle Türkiye’nin iç siyasetini Türkiye’deki laikçi-batıcı muhalif kesimlerin gözüyle aktarmayı tercih eden Washington Post, Wall Street Journal ve New York Times gibi günlük gazeteler ve Time dergisi gibi merkez medyada 2011 seçim sonuçlarına genelde olumlu yaklaşıldı. Hepsinde seçim sonuçlarını belirlemede siyasi ve ekonomik istikrarın önemli katkısı olduğu belirtildi. Genelde bu yayınların AK Parti ve Başbakan Erdoğan eleştirileri ve yorumları Türkiye’nin merkez medyasıyla uyum içinde olup belli saptirmalar içerse de, bu durum seçim sonuçlarına olumsuz yaklaşılmasına neden olmadı. Başbakan Erdoğan'ın başarısının beklenen bir sonuç olduğu belirtildi, ama 330 milletvekili elde edememesinin Türk demokrasisinin geleceği açısından olumlu bir durum olduğu vurgulandı. Ayrıca Kürt haklarıyla özdeşleştirilen 36 bağımsız milletvekilinin seçilmiş olması da hazırlanacak yeni Anayasa için olumlu bir faktör olarak görüldü.